Haluk Erdemol
herdemol@yahoo.com
Çocuk
Jacques Bourdillere uzun bir süredir evlenme düşüncesini yeminle kafasından silmişti. Fakat birden fikrini değiştirdi. Buna yol açan olay bir yaz günü deniz kıyısında geldi başına.
Bir sabah kumlarda uzanmış denizden çıkan kadınları seyrederken yanından geçen küçük bir çift ayak ince ve narin kıvrımlarıyla etkiledi onu. Bakışlarını yukarıya doğru yönelttiğinde pazen bir bornoza sımsıkı sarılmış bir beden ve baştan başka hiçbir şey görmemesine karşın ayaklardan başa dek algıladığı görüntüye hayran kalmıştı. Tensel zevklere düşkün ve hızlı yaşayan bir erkekti Jacques. Bu nedenle ilk bakışın üzerinde bıraktığı hoş izlenim yüreğinden yakaladı onu. Sonra da genç kızın yüz hatlarının sevimli diriliğine ve ruhunun saflığına tutuldu. Hemen âşık oldu ona.
Kız ailesiyle tanıştırdığında Jacques iyi bir izlenim bıraktı. Kızı, yani Berthe Lannis’i uzakta, kıyı boyunca uzanan sarı kum şeridinde görür görmez tepeden tırnağa hoş titreyişlere kapılıyor, ona yaklaştığında ise dili tutuluyor, konuşamıyor, hatta düşünemiyor gibi oluyor, kulaklarında çınlama, yüreğinde değişik bir atış, kalakalıyordu karşısında. Aşk mıydı bu?
Duygularını çözümleyemiyordu, fakat gönlünün bu kızı eş olarak seçtiğine karar verdi sonunda.
Kızın ailesi uzun süre çekimser kaldı. Jacques hakkında pek iyi şeyler duymamışlardı. Bir sevgilisi olduğu söyleniyordu. Son bulduğu sanılan, fakat aslında süren ilişkilerden biriydi bu. Hem Jacques ne kadar sürerse sürsün karşısına çıkan her kadınla aşk yaşamıştı.
Son zamanlarda durulmuş ve uzun süreli ilişki kurduğu kadınla görüşmeyi kesmişti. Bir arkadaşı aracılığıyla kadının geçimini sağlamıştı, ama artık onu görmek, adını bile anmak istemiyordu. Ondan gelen mektupların hiçbiri açmıyordu. Terkettiği kadının kargacık burgacık yazısını hemen tanıyor ve içeriğinde serzeniş ve şikayetlerin yer aldığını bildiği her mektubu aldığında öfkeleniyor, zarfını bile açmadan yırtıp atıyordu.
Değişebileceğine kimse inanmadığından güven sınavı kış boyunca sürdü. Evlilik izni bahara dek çıkmadı. Nikâh Paris’te Mayıs başında gerçekleşti.
Genç çift geleneksel balayı yolculuğuna çıkmak istemedi. Genç kuzenlerin de katıldığı danslı toplantıları izleyen yorucu düğün kutlamalarının fazla uzamaması için genç çift ilk gecelerini kızın evinde geçirmeyi, sabah olur olmaz da tanıştıkları ve aşklarının filizlendiği o deniz kıyısına gitmeyi kararlaştırdı.
Gece olmuştu; büyük salonda dans sürüyordu. Yeni evliler Japon tarzı döşenmiş küçük bir odaya çekilmiş, dinleniyordu. Parlak renkli ipek şeritlerin sallandığı köşeler tavandan dev bir yumurta gibi sarkan büyük, renkli bir fenerin yumuşak ışıklarıyla aydınlanıyor, açık pencereden giren temiz hava okşar gibi yüzlerini yalayıp geçiyordu. Ilık ve sakin bir geceydi, ilkbahar tüm kokularını saçmıştı ortalığa.
Yeni evliler sessizce, el ele oturuyor, arada bir bütün güçleriyle birbirlerinin ellerini sıkıyorlardı. Kız yaşamındaki bu büyük değişiklikten dolayı kendinden geçmiş gibi hülyalı bakışlarla oturuyor, yaşamına yeni giren bu olayın bütün dünyayı değiştireceği inancı içinde nedenini bilmeksizin biraz tedirgin, tüm gövdesi ve ruhunu saran tanımlanamaz ve hoş bir bitkinlik duygusuyla ağlamaya hazır, sevinçten bayılacakmış gibi heyecanla gülümsüyordu.
Jacques da gözlerini kırpmadan ona bakıyordu. Konuşmak istiyor, fakat söyleyecek bir şey bulamadığından bütün heyecanını kızın ellerini sıkarak açığa vuruyordu. Arada bir “Berthe!” diye mırıldandığında kızın bakışları bir an için onun bakışlarıyla karşılaşıyor, fakat Jacques’ın delici ve ateşli bakışları karşısında kızın bakışları yenik düşüyordu.
Birbirlerine söyleyecek bir şeyler gelmiyordu akıllarına. Yalnız bırakmışlardı onları, ama dans edenlerden bazıları arada bir gelip gizemli bir olayın ağzı sıkı ve güvenilir tanıklarıymış gibi şöyle bir göz atıyorlardı onlara.
Derken kapı açıldı, bir hizmetçi girdi içeriye. Elindeki tepside az önce bir ulağın getirdiği bir mektup vardı. Jacques hafifçe ürpererek mektubu aldı. Gizemli bir felaket habercisiyle karşılaşmış gibi birden belirsiz bir korku çökmüştü yüreğine. Zarfa ve üzerindeki yabancı el yazısına uzun uzun baktı. Zarfı açmaya cesaret edemiyor, içindeki mektubu okumak istemiyordu. Çılgınca bir itkiyle zarfı cebine atmayı, buradan uzaklaştıktan onra okumayı düşündü. Fakat zarfın köşesindeki, altı çizili ‘Çok Acele’ sözcüklerini görünce korkuya kapıldı. “Özür dilerim sevgilim,” diyerek açtı zarfı. Mektubu okuyunca benzi soldu. Sözcükleri hecelercesine tekrar tekrar okudu mektubu.
Başını kaldırdığında takındığı yüz ifadesi içine düştüğü sıkıntılı durumu yansıtıyordu. “Sevgilim,” dedi kekeleyerek, “mektup çok iyi bir dostumdan geliyor. Başına talihsiz bir şey gelmiş. Ölüm kalım meselesi. Bana ihtiyacı var. Hemen yanına gitmem gerekiyor. Seni yarım saatçik yalnız bıraksam olur mu? Hemen dönerim.”
Kızcağız şaşkınlık içinde titreyerek “Git, sevgilim,” diye kekeledi. Eş unvanını yeni kazandığından henüz neler olup bittiğini sorgulayacak cesarete sahip olmadığını düşünüyordu. Jacques gidince yalnız, yandaki salondan gelen dans müziğini dinlerken buldu kendini.
Eline gelen ilk şapka ve paltoyu kapıp basamakları ikişer üçer atlayarak aşağı inen Jacques girişin aydınlığında mektubu bir kez daha okudu. Şunlar yazılıydı mektupta: ‘Bayım: Ravet adında bir kız, sanırım eski sevgiliniz, az önce doğum yaptı. Çocuğun sizden olduğunu söylüyor. Anne ölmek üzere ve sizi yanına çağırıyor. Size yazmayı görev bildim. Çok mutsuz ve acınası bir kadından bu son isteği esirgemeyeceğinizi umuyorum. Saygılarımla, Dr Bonnard’
Jacques kliniğe vardığında kadın ölümle pençeleşiyordu. Jacques önce tanıyamadı onu. Doktor ve iki hemşire kadının başında, ellerinden geleni yapıyorlardı. Buz kovaları ve kanlı bezler vardı yerlerde. Halı su içindeydi. Bir masanın üzerinde iki mum yanıyordu. Yatağın arkasında sepet örgüsü bir beşikte bir bebek ağlıyor ve onun her çığlığında anne acılar içinde, buzlu bezler altında titreyerek ondan yana dönmeye çalışıyordu.
Kadının kanaması vardı. Buz tedavisine ve onca bakıma karşın acımasız kanama sürüyor, yaşamının özünü damarlarından çekip alıyordu.
Kadın Jacques’ı görünce tanıdı ve kollarını kaldırmaya çalıştı, ama yapamadı. Gücü tükenmişti. Solgun yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Jacques yatağın yanında diz çöküp kadının ellerini avucuna alarak kendini kaybedercesine öptü onları. Sonra yavaş yavaş kadının solgun, çökük yanaklarına yaklaştırdı yüzünü. Hemşirelerden biri başlarında mum tutuyor, doktor da odanın bir köşesinden onları izliyordu.
Kadın uzaklardan gelen bir sesle “Sevgilim” dedi, “sonum yakın, gitmeyeceğine, son anıma kadar yanımda kalacağına söz ver.”
Jacques yanağını ve saçlarını öptü onun. “Merak etme,” dedi, “yanındayım.” Ağlıyordu.
Kadın bir süre sustu. Konuşmayı sürdürürken giderek zayıflıyordu sesi. “Bebek senin,” dedi, “ Tanrı’nın huzurunda ve ruhum üzerine yemin ederim ki o senin çocuğun. Bak, ölürken yemin ediyorum. Senden başkasını sevmedim; ona bakacağına söz ver.”
Jacques bu acılı bedeni kucaklamaya çalıştı. Yüreği pişmanlık ve üzünçle dolu “Yemin ederim ki,” diye kekeledi, “onu sevgiyle büyüteceğim; her zaman yanımda olacak.” Kadın Jacques’ı öpmeye çalıştı. Başını kaldırmaya gücü yetmeyince bir öpücük istercesine kanı çekilmiş soluk dudaklarını uzattı. Jacques da bu acınası çağrıya karşılık vererek dudaklarını yaklaştırdı.
Biraz sakinleşince “Yanıma getir bebeği,” diye mırıldandı kadın, “onu sevdiğini görmek istiyorum.”
Jacques kalkıp bebeği aldı. Yatağa, aralarına koydu onu. Bebek ağlamayı kesmişti. Kadın “Öyle kal,” diye mırıldandı. Jacques yatağın başında kımıldamadan durdu. Alev alev yanan eli az önce sevgiyle titreyen, ama şimdi ölümün soğukluğuyla sarsılan bir eli tutuyordu. Duvardaki saat önce geceyarısını gösterdi, sonra biri, sonra ikiyi.
Doktor geri gelmişti. İki hemşire bir süre ses çıkarmadan etrafta dolaşmış, sonra da sandalyelerde uyuyakalmışlardı. Bebek uyuyordu. Anne de gözleri kapalı, uyuyor gibiydi.
Perdelerin arasından soluk tanyeri ışıkları süzülürken kadın birden, hızlı ve şiddetli bir hareketle kollarını iki yana açtı. Neredeyle yere atıyordu bebeği. Gırtlağından hırıltı gibi bir ses çıktı, sonra hareketsiz kaldı. Ölmüştü.
Hemşireler ayağa fırladı. “Her şey bitti,” sözcükleri çıktı ağızlarından.
Jacques bir zamanlar çok sevdiği kadına bir kez daha baktı, sonra da saate. Dördü gösteriyordu. Kaçar gibi, paltosunu unutup, damatlık giysisi içinde, kucağında bebek, çıktı oradan.
Genç eşi o gittikten sonra Japon işi döşemeli o küçük odada sakin bir tavırla beklemiş, gelmediğini görünce endişe içinde, fakat kayıtsız ve sakin bir görünüm sergileyerek salona geçmişti. Annesi kocasının nerede olduğunu sorunca “Odasında,” diye yanıtlamıştı, “az sonra gelecek.” Bir saat sonra herkes onu sorguya çektiğinde mektuptan, Jacques’ın kaygı verici görünüşünden söz etmiş ve onun bir kazaya uğradığından korktuğunu söylemişti.
Yine de beklemişlerdi. Konuklar gitmiş, sadece en yakın akrabalar kalmıştı evde. Hıçkırıklarla ağlayan gelini geceyarısı zorla yatırmışlar, annesi ve iki teyzesi başında beklerken babası bir haber almak umuduyla karakola gitmişti.
Saat beşe gelirken hafif bir gürültü geldi salondan. Kapı hafifçe açılmış ve kapanmıştı. Sonra kedi miyavlaması gibi bir ses kapladı sessiz evi.
Kadınlar hareketlendi; en başta bir bornoza sarınmış olan Berthe teyzelerini itiştirip kendine yol açarken hepsi salona koştu.
Jacques solgun yüzü ve bitkin görünümüyle kucağında bebek dikiyordu ortada. Kadınlar şaşkınlık içinde ona bakakaldılar. Fakat Berthe birden cesaretini toplamış bir tavırla ileri fırladı ve endişe dolu bir sesle “Ne var? Ne oldu?” diye sordu.
Jacques “Bir çocuğum oldu” dedi kısaca, “annesi az önce öldü.” Ve beceriksiz bir tutuşla kucağındaki ağlayan bebeği uzattı.
Berthe hiçbir şey söylemeden bebeği kucağına aldı; öptükten sonra bağrına bastı onu. Gözleri yaşla dolu “Annesi öldü mü dedin?” diye sordu. “Evet” dedi Jacques; “az önce kollarımda öldü. Geçen yazdan beri ilişkimi kesmiştim. Çocuktan haberim yoktu; doktor haber göndermiş.”
“Peki” dedi Berthe, “ o zaman birlikte büyütürüz onu.”